28 Eylül 2008 Pazar

BAYRAM ÖNCESİ...


Anneannem her bayramda "Tavuklu Kapama" ve "Sütlaç" yapardı bize.Eve alınan şeker ve çikolataların neredeyse yarısını arife gününden mideye indirirdik kuzenlerimle.Bayramlık alınacaksa muhakkak çantalı olanları tercih ederdim yada ayrıca çanta aldırırdım.Başkalarına verilen şekerler ve harçlıklar ceplerden taşarken,ben onları çantamda taşımanın güvenini hissederdim.


Bugün gidip bezden mendiller alacağım ve kızım dahil çevremdeki tüm çoçukların harçlıklarını bu mendillerle vereceğim.Benim sadece bir defa yaşadığım ve unutamadığım için mendilini hala sakladığım bu ayrıntı,belki ilerde onlarında anlatabilecekleri bir anı olarak kalır minik beyinlerinde.Birde bu akşam kapama ve sütlaç yapmayı deneyeceğim.Onuda becerirsem bayram için hissettiklerimdeki büyük bir gedik kapanacak.


Bayramın ikinci günü Zigana'ya doğru gitmeyi düşünüyoruz.Ruhdağı'nında dediği gibi Başbakan alınmasın ama en azından eşim için bayram tatil demek.Sonrasında yol bizi nereye götürür bilmiyoruz ama en azından Hamsiköy'e uğratcağı kesin:)


Birazdan kızımın kahvaltısını yaptırıp,birlikte valizlerimizi hazırlayacağız.Eylül Ilgın şimdiden tüm yanına alacağı kitapları,cdleri ve oyuncakları kenara ayırdı.Benim valizimin tek sorunu ise Beni Asla Bırakma'nın yanına hangi kitapların gireceği:)


Herkesin; güzel bir bayram geçirmesini temenni ediyorum. Eksikliklerimizi,yoksunluklarımızı düşünerek kaybedilen değil,yanımızda olanların ve elimizdekilerin kıymetini bilerek güzel geçirilen günler ve bayamlar için lütfen sizde gülümseyin:)

23 Eylül 2008 Salı

SAHİLDE (Ian McEwan)

“Gençtiler,eğitimliydiler ve o geceye,düğün gecelerine kadar ikisi de kimseyle yatmamıştı;cinsel sorunlar üzerinde konuşmanın neredeyse olanaksız olduğu bir çağda yaşıyorlardı.Zaten ne zaman kolaydır ki..” cümleleriyle başlayan bu kısa romanı anlatırken biraz farklı bir yol izleyeceğim. Konuyu kitabın arka kapağından alıntılayacağım.Üşendiğimden falan değil kesinlikle; o kadar duru,güzel ve doğru olarak tanıtılmış ki kitap…”Turkuvaz Kitap”ın bu abartısız anlatımına gerçekten hayran kaldım.İşte bahsettiğim arka kapak yazısı:


""İngiltere'nin seçkin ve varlıklı bir ailesinden gelen, keman öğrencisi Florence ile babası bir kasaba okulunda müdür olan Edward, evlendikleri gün Chesil sahilinde bir otele, balayını geçirmeye giderler. 60'lı yılların başında, tabuların henüz yıkılmadığı, cinsel özgürlüklerin açıkça konuşulmadığı, toplumsal baskıların kendini hissettirdiği, karşı cinsten iki kişinin ancak evlilikte birleşebildiği günlerde geçen Sahilde, aslında bir akşam yemeğinde başlayıp şafak sökerken biten uzun, sessiz ama duygu fırtınalarıyla geçen bir sahne. İngiliz toplumunun farklı sınıflarından gelen, evliliğe ve cinselliğe farklı açılardan bakan bu iki genç, o otelde geçirdikleri birkaç saat boyunca, bulundukları ânın gerçeğine uyum sağlayabilmek için çabalarken, ister istemez geçmişlerine doğru acıtan bir yolculuğa da çıkarlar. Tiksinmekle zevk almak arasındaki gizli bağı kurcalayan, çoğumuzun içinde var olan iki kişiliğin arasındaki mesafeye yuva kuran korkuları ve içsel çelişkileri de ustalıkla anlatan ve beklenmedik, çarpıcı bir sonla biten bu küçük roman, aşkın her şeye çözüm olup olmayacağı sorusunu da yanıtlıyor. Ian McEwan'ın tartışılmaz ustalığıyla, dünyanın hemen her yerinde çarpıcı değişimlerim yaşandığı, '68 kuşağına götüren '60'lı yıllara derin bir bakış açısı da sağlayan Sahilde, 2007'de İngiltere'de iki önemli edebiyat ödülünün sahibi oldu. ""


Kitap kısa ama oldukça yoğun,sanırım bu ele aldığı süreylede alakalı.Geri dönüşümlere rağmen asıl zaman düğün gecesi...Sabaha kadar devam eden olaylar ve konuşmalar, geçmişle harmanlanarak anlatılmış.Tek sorun (bu kadar kısa zamana ve kısıtlı mekana sığdırılmış tüm kitap ve filmler gibi) çiftin ilerleyen yıllarının çok ama çok hızlı geçilmesi.Bu hızlı geçişte romana tat katabilecek bir sürü ayrıntı var oysa.

Benim bu kitabı almamda en büyük etken 2 hafta içinde yayınlanan 4 kitap ekinde de(hepside birbirinden farklı gazetelere ait) kitaptan övgüyle sözedilmesiydi haberiniz olsun Dili oldukça akıcı olan kitabın bana sıcak gelmesinin bir nedenide çevirenin adı olabilir, çünkü İlknur Özdemir benim en sevdiğim kitaplardan birininde çevirmeni aynı zamanda .Kitaptaki, çakıl taşlarının sahile sıralanması(ki yazar bu taşlar yüzünden para cezası alıyormuş nerdeyse) ve kitabın sonundaki ithaf’ta otelinin yokluğunun tarifi hikayelerini de çok beğendim.Keşke birde kitabın kapağına hikayenin geçtiği sahili anımsatan bir resim koysalarmış…

Ayakları yere basan kahramanlar,kuvvetli ve gerçekçi bir gözlem,komik duruma düşmeden ve absürt olmadan anlatılabilen cinsellik,ilişki psikolojisi ve yerini sağlamlaştırdığı söylenen bir yazar sizi memnun edecekse "Sahilde" bu talepleri karşılayabilecek bir kitap.Bunun üstüne hala seyretmemiş olduğum “Kefaret” iyi gider dimi?



***Bunu sözcüklere dökmese de Florence’nin suskunluğu,kendi cehaletine ,özgüven eksikliğine uyuyordu;daha kösnül,daha arzulu bir kadın,çılgın bir kadın,Edward’ı ürkütebilirdi. (syf.25)

***Ve onları engelleyen neydi?Kişilikleri ve geçmişleri,çekingenlikleri,titizlikleri,hak görmemeleri,deneyimsiz olmaları yada rahat davranamamaları ,sonra dinsel yasakların ucuna takılmaları,İngilizlikleri ve sınıfları ve tarihin kendisi…Fazla bir şey değil…(syf.90)

***Öfke.daha önce sabrının sonuna geldiğini düşündüğü sırada bastırdığı bir iblis…Şimdi yalnızdı,o öfkenin patlamasına göz yumabilirdi,nasıl da ona yol vermek geliyordu içinden.Bunca aşağılanmadan spnra özsaygısı gerektiriyordu bunu.Hem sadece düşünmenin ne zararı vardı? (syf.122)

***Florence bütün bunları önceden biliyordu-nasıl bilmezdi?- ve Edward’ı kandırmıştı.Saygınlık kazanmak için bir koca istiyordu o,ya da annesiyle ababsını hoşnut etmek için,ya da herkes öyle yaptığı için.Yada bunun harika bir oyun olduğunu sanıyordu.Edward’ı sevmiyordu,erkeklerle kadınların birbirlerini sevdikleri gibi sevemezdi,bunu biliyordu ve Edward’dan gizlemişti.Dürüst değildi. (syf.124)

20 Eylül 2008 Cumartesi

DÜZENLEME

Ne zamandır yapmak istediğim şeyi yaptım.Etiketlerimi düzenleyip,yan tarafa bir yerlere kondurdum.Sizi bilmem ama benim için çok iyi oldu.Birde takip ettiğim blogları güncellersem üstümden büyük bir yük kalkacak.Sahur sonrası dinç kafayla herşey daha kolay oluyormuş demekki:)

19 Eylül 2008 Cuma

KISACIK....

***Dün akşamüstü evde beni çok güzel bir süpriz bekliyordu:İçinde beni mutlu edecek bir sürü hediyenin olduğu bir paket ...İçindekileri yazmak,hatta fotoğrafını koymak geçti içimden ama birdenbire kendimi çok görgüsüz hissettiğim için vazgeçtim.Çok teşekkür ederim Ruhdağ'ı. Beğenmek bir yana,herhalde benimle senelerini gerçirmiş olsan ancak bu kadar uygun hediyeler seçebilirdin.Hediyelerin hem beni hem de Eylül Ilgın'ı çok mutlu etti.Yalnız eşim"Bana niye birşey yok?" diye sitem edip durdu tüm akşam:) Kıskandı galiba:)

***Şu anda fonda dinlediğiniz parçayı ben ilk defa duyuyorum.Nasıl olmuşta atlamışım bunu bilmiyorum.Sezen Aksu'nun Bahane albümündeki bu şarkının hakkını yemişiz bence.

***Birkaç gündür bakıp duruyorum bu fotoğraflara.Bende mi çeksem canım kitaplarımın fotoğraflarını acaba:)

***Söylemeyi unuttum,Eylül Ilgın'ın ne zamandır istediği köpeği en sonunda aldık.Ailemiz artık tamamlandı:)Ayrıntılar yakında Eylül Ilgın'ın bloğunda olacak.

17 Eylül 2008 Çarşamba

ŞİMDİ SIRA PUSLU KITALAR ATLASINDA...


Hoş bir kitap okuduktan sonra o etki biraz devam etsin isterim genelde.Şartlarıma bağlı olarak ya okumaya kısa bir ara verir ,yada aynı hoşluğu idame ettirecek kitap ararım.Masumiyet Müzesi'nden sonra beni üzmeyeceğinden emin olduğum tanıdık bir yazarda karar kıldım. "Kadından Kentler" oldu bu kitap ve beni gerçekten üzmedi hatta okundu bitti bile.Şimdi kendimi öyle bir deryaya salıyorum ki galiba bir süre çıkamayacağım.İhsan Oktay Anar'ı keşfe çıkıyorum.Puslu Kıtalar Atlası'ndan başlıyorum okumaya.Kitabı bana Evvelzamaniçinde hediye etmişti.Çok uzun bir zaman oldu farkındayım ama bu kitabı en uygun hissettiğim zamanda okumaya söz vermiştim kendime.Artık zamanının geldiğini hissediyorum.Ben atlasın içinde kaybolurken, siz biraz daha oyalanın buralarda:)

16 Eylül 2008 Salı

NARZİSS VE GOLDMUND(Hermann Hesse)




Çadırda kaldığımız dönemde,hamakta yayılıp,dalga seslerini kulağıma fon yapıp okuduğum bu güzel kitabı anlatmakta daha fazla gecikirsem,hem kitaba hemde bu kitabı bana hediye eden kişiye karşı mahçup olacağımı düşünüyorum.Bu sebepledir ki başlıyorum elimin elverdiğince yazmaya...

Mariabronn manastırında kesişen iki hayat...Biri çok genç yaşına rağmen manastırda öğretmen ayrıcalığını kazanmış,zeki,bilge ve yakışıklı rahip adayı Narziss...Diğeri babası tarafından manastıra getirilen,canlı,hayal dünyası geniş,çocuksu ruha sahip Goldmund...Birbirlerine zıt karakterlere sahip bu delikanlıların öyle bir özelliği vardıki,tüm farklılıkları bir kenara itiliyordu:İkiside başkalarında rastlanmayan yeteneklerle donatılmış,ikiside kendilerini özel hissettiren bir sesi içlerinde taşıyorlardı.

Çok geçmeden bu iki genç,başkalarını kıskandıracak,hiddetlendirecek kadar birbirlerine hayranlık ve ilgi beslemeye başlarlar. Narziss,öğretmenliği sebebiyle Goldmund'a karşı mesafeli durmaya çalışmaktadır fakat ilerleyen zamanla beraber dostlukları inanılmaz bir güzelliğe ulaşır.Goldmund'un yazgısında kendi bilgeliğnin kaybolmuş yanını; sanatçılığı gören Narziss bunu Goldmun'a anlatmakta oldukça zorlanır.Zaten aralarındaki tüm sevgiye rağmen Goldmund, Narziss'in kendisini anlamadığını,kendisine hep öğretmeni gibi davrandığını düşünmektedir.

Goldmund'un hayatında eksik olan anne figüri,Narziss'in kışkırtmasıyla açığa çıkar ve yaşadığı duygusal açılımı kaldıramayan Goldmund hastalanır.Fakat bu hastalık Goldmund'un gerçekten ne istediğini anlamasına yardım eder,o bir rahip olmak istememektedir.Narziss ise tamda bu görev için yaratıldığının farkındadır ve keşişlik görevini hakkıyla yerine getirebilnmek,inzivaya çekilip çile doldurmak istemektedir.

Goldmund şifalı bitkiler toplamak için birgün manastırdan çıkar ve bir kadınla karşılaşır.Gençlik ateşiyle tutuşan Goldmund aşkı tadar ilk defa ve anlarki onun yeri manastır değildir.İnzivadaki dostu Narziss'e de haber vererek manastırdan ayrılır ve kendini hiç bilmediği bir hayatın kollarına atar.Uzun bir süre göçebe bir hayat sürer,türlü macarelar yaşar,veba'dan harap olan şehirlerden geçer,ölümün soğuk yüzünü en acımasız haliyle görür,aşkın her türlüsünü tadar, rüyalarında Narziss ile konuşur.Tüm bu olanların kendisine hiçbirşey kazandırmadığını, hayatını heba ettiğini düşünmeye başladığı anda gelişen olaylar,kaderinin seyrini değiştirir Goldmund'un.

Birgün birbirleriyle karşılaşmak umuduyla yaşayan bu iki insanın hayatlarına ilişkin son ayrıntılar burada anlatılmayacak kadar heyecan verici.Zaten kitabın başlarında ikisi arasında geçen ve konusunu ölüm,yaşam,aşk,sanat,cinsellik,akıl,mantık,tutkunun oluşturduğu felsefi konuşmaların devamını kitabı okumaya başlayınca merak ediyorsunuz.Birde bu mesaj dolu konuşmalara Goldmund'un maceralı yaşamı eklenince kitap okunması gerekli kitaplardan biri haline geliyor.

Alman edebiyatına karşı istemsiz olarak geliştirdiğim önyargımın yıkılmasına sebep olan bu kitap, öncelikle bana hediye eden kişi sebebiyle benim için özel bir yere oturmuş durumda.İçinde kendimi bulmam,hayata ve yaratılışa dair inançlarımı teyit edebilmiş olmam da bu kitabın özel olmasına kesinlikle katkıda bulundu.Dilinin akıcılığı,okumama ayrı bir zevk kattı.Dostluk temelleri üzerine kurulu ,insan yaşamını irdeleyen en iyi romanlardan biri diyebilmeme hiçbir engel yoktur yani:)

Okurken yazarın bazı görüşlerini ,özellikle yaratılış ve yaşam gayesi hakkında olanları kendime yakın bulabilmem bana oldukça garip gelmişti.Daha sonra okuduğum kaynaklarda yazarın Doğu edebiyatına ve mistisizmine düşkün olduğunu, ayrıca bireysel bunalımlara çözümü Doğu felsefesinde aradığını öğrenince bu şaşkınlığım geçti.Sonuçta hangi din,hangi ırk,hangi milete ait olursa olsun hümanist bir insanın kendini her yerde belli ettiğini bir kez daha anladım.1946 nobel ödülü sahibi olan yazarın diğer kitaplarınıda okumayı gerçekten istiyorum.Diğer kitapları hakkında hiç bilgim yok ama yazarla tanışmak için "Narzizz ve Goldmund" oldukça iyi bir fırsat olabilir.Şimdiden iyi okumalar:)

***Artık kendi içindeki yaşamdan başka gerçek ve diri bir şey kalmamıştı.Goldmund için,kalbinin ürkek atışları,özlemlerin acılı iğneliyişleri,düşlerinin sevinç ve korkularından başka hiçbir şey.Bunlardı onun yeri ve kendini bunların eline teslim etmişti.(syf.75)

***Şaşılacak şey,diye düşündü,binlerce küçük yapraktan her biri bu minicik yıldızlı göğü işlemiş kendi yüzeyine,bir gergef işler gibi incecikten.Her şey ne kadar şaşırtıcı,ne kadar akıl erdirilemeyecek gibiydi,kertenkeleler,bitkile, taşlar,kısaca her şey!(syf.77)

***Oysa kendisi,Goldmund,yirmi yıl sonra ne duruma gelecekti kim bilir?Tanrım,her şeyde bir anlaşılmazlık,aslında bir hüzün saklıydı,beri yandan her şey güzeldibu haliyle.Hiçbir şeye akıl sır erecek gibi değildi.İnsan yaşıyor,yeryüzünde oradan oraya koşturuyor,at üzerinde ormanlardan içeri dalıyordu ve çevresindeki pek çok şey gözlerini dikip istekle,sözverilerde bulunup özlem uyandırarak kendisine bakıyordu(syf.78)

***Dostu ölesiye yorgun,bedeninden canı çekilmiş,soluk yüzü ve bir deri bir kemik elleriyle kerevette tıpkı ölü gibi yatıyorkeb,Goldmund'u görürü görmez kendini toparlayıp güler yüzle onunla ilgilenmiş,üzerinde hala kadın kokusunu taşıyan sevdalanmış dostuna kulak verip söylediklerini dinleyerek iki tövbe ve istiğfar arasındaki bu kısa dinlenme süresini onun uğrunda gözden çıkarmıştı!Bu çeşit bir sevginin de varlığı şaşılacak,harilulade bir şeydi,böyle bencillikten uzak,tamamen manevi bir sevgini varlığı.Bugün kırda güneş altında yaşanmış sevgiden,duyuların hiçbir sorumluluktanımayan bu esrik sevgisinden ne kadar değişikti.Ama yine de her ikisi de sevgiydi bunların...(syf.86)

***Şu kadınlara ve sevgilerine akıl sır ermiyor diye düşündü;gerçekte uzun boylu konuşmak gereksizdi,ağzından çıkan bir tek sözle kadın ona buluşacakları yeri tarif etmiş,geri kalan şeyler için sözcüklerden başka yollara başvurmuştu.Neydi bu yollar?Gözleriyle anlatmıştıörneğin,evet,biraz kısık bir sesle,bir başka şeyle sonra,bir kokuyla belki,insanın cildinden kopup gelerek erkeğin kadını,kadının erkeği arzuladığını hemen karşısındakine gösteren o nazenin hafif kokuyla...Tuhaftı doğrusu,görkemli ve çarpıcı bir dil gibiydi ve kısa zamanda Goldmund bellemişti bu dili!(syf.102)

***Doğrusu rahat olduğu da söylenemezdi belki,ama vicdanını zaman zaman rahatsız edip bir yük altına sokan,zina günahını işlemesi ve kendini şehvetin kollarına atması değildi.Bir başka şeydi bu,bir isim bulup niteleyemediği bir şey...İşlenmemiş,ama doğarken kendisiyle dünyaya gözlerini açmış bir suçun uyandırdığı duyguydu.Belki de tanrıbilimde ilk günah denen suçun ta kendisiydi bu!Öyleydi galiba.Evet,yaşamın kendisinde suça benzer bir şey saklıydı,yoksa nArziss gibi öylesine temiz ve bilge biri ne diye bir mahkum gibi çile çıkarmak istesindi.Ya da kendisi,Goldmund,ruhunun derin bir köşesinde ne diye bu suçu hissetmeden yapamasındı?(syf.103)

***Gücü yetse de insan böyle bir tek çiçeği yaratabilse,ne büyük bir haz,ne büyük bir mutluluk duyardı bundan,Ne büyüleyici,ne soylu,ne anlamlı bir iş yapmış olurdu.Ama kimsenin harcı değildi,ne bir babayiğit,ne bir imparator,ne papa,ne de bir ermişböyle bir şeyin üstesinden gelebilirdi.(syf.104)

***Ama öyleyken kadınlarinki olsun,kendisinin ki olsun sevginin bu kadar ölümlü görünmesi,alevlendiği kadar çabuk doyuma ulaşması şaşılacak,beri yandan biraz hazin bir şeydi.Doğru muydu böyle olması?Öteden beri böyle miydi,her tarafta böyle mi?(syf.105)

***Kadınların sevgisi,cinsellik oyunu onun için her şeyden değerli,herşeyden üstündü,içinde sık sık hisettiği hüzün ve bıkkınlığın çekirdeği de haz denilen şeyin gelip geçiciliğinden ve ölümsüzlüğünden kaynaklanmaktaydı.Sevi hazzının birden ve kısa süre için insanı mest eden parlayışına,kısa süre özlemle insanı yakıp kavuruşuna,bir anda yine sönüp gidişine,tüm yaşantıların özü diye bakıyordu,bu onun için yaşamdaki tüm haz ve elemin simgesi olmuştu.Hüznün ve ölüölülüğün yüyleri diken diken eden korkusuna tıpkı sevgideki gibi aynı teslimeyetle bırakabilirdi kendini,bu hüzün de bir çeşit sevgiydi,o da hazadn başka birşey değildi.Nasıl sevginin büyük hazzzı kendini o en yüce,en mutlu gerilim anında kesinlikle açığa vurur,bir sonraki nefeste yine erir ve uçup giderse,en derin yalnızlıklara ve hüzne kendini kaptırışlar da bakarsın bir süre için vardır yalnız,ansızın içte duyulan şiddetli bir isteğin ve yaşamın aydınlık tarafına yeniden yönelişin pençesinde can verir.Ölüm ve şehvet aynı şeydi.Yaşamın anası sevgi ya da haz diye gösterilebileceği gibi,mezar ve çürüyüp kokuşma diye de nitelenebilirdi.(syf.174)

***Neden bu kadar duygusuz,kaba,akıl almayacak ölçüde aptal ve sersemdiler?Ne diye hiçbir şeyi görmezlerdi?Balık satan erkekler olsun,kadınlar olsun,alacakları balık üzerine pazarlık eden müşteriler olsun,neden bu ağızları,ölesiye korkmuş bu gözleri ve çılgınca sağı solu döven bu kuyrukları,bu boş yere sürdürülen tüyler ürpertici umarsız savaşı,olapanüztü güzel bu gizemsel hayvanlardaki o dayanılmaz değişimi,son nefeslerini vererek cansız serilip kalmadan,kendilerini gülüp oynayarak tıkınacak kişilerin sofralaraına çıkarılmak üzere içler acısı et parçalarına dönüşmeden önce nasıl en son hafif bir titreyişin can çekişen derileri üzerinde bir ürperti gibi gezindiğini görmezlerdi?Hiçbir şeyi görmüyordu bu insanlar,hiçbir şeyi bilmiyor ve hiçbir şeyin farkına varmıyorlardı,hiçbir şey sesini işittiremiyordu kendilerine.İster zavallı bir hayvancık gözlerinin önünde kuyruğu titresin,ister usta bir sanatçı bir ermişin yüzünde insan yaşamının tüm umudunu,soyluluğunu,acılarını ve insanı soluksuz bırakan tüm karanlık korkularını tüyler ürpertici şekilde canlandırsın,hiç fark etmiyordu,hiçbir şeyi göremiyor,hiçbir şeyden etkilenmiyorlardı.Hepsi de gülüp oynuyor ya da birtakım işlerle uğraşıyorlardı;sözde önemli işler peşinde koşuyor,acele ediyor,bağırıp çağırıyor,kahkahalar atıyor,birbirlerinin yüzlerine karşı geğiriyor,ortalığı gürültüye boğuyor,espriler yapıyor,üç kuruş için birbirlerine giriyorlardı; hepsinin de keyfi gıcırdı,hepsinin tıkırındaydı işi,kendi kendilerinden ve dünyadan şikayetçi değillerdi.(syf.182)

***Bazen anlamsızlıkların ve korkunçlukların seyrine umutsuzca kendini kaptırışlarından beklenmedik anda bir sevimç yeşerivermişti:Şiddetli sevdalanış,güzel bir ezgi mırıldanma arzusu ya da resim yapma isteği.Ya da bir çiçeği koklar,bir kediyle oynarken yaşamla o çocuksu uzlaşmaya yeniden kavuşmuştu.Ve şimdide kavuşacaktı yine,yarın ya da öbürsü gün;ve dünya yine o iyi ve kusursuz haline dönüşecekti.Yeter ki o düşünüp durmalar,can çekişen balıklara,sararıp solan çiçeklere karşı insanı soluksuz bırakan o umutsuz sevecenlik,insanların domuzlar gibi duygusuz yaşayıp gitmelerinden,alık alık bakıp durmalarından ve hiçbir şeyi görememelerinden duyulan dehşet yeniden çıkıp gelsindi.(syf.183)

***Ah,bir sazan balığının gözlerindeki altınsı parıltı,bir kelebek kanadının kenarlarındaki o tatlı ince gümüşsü tüyler,bu türden sanat yapıtlarıyla dolu bütün bir salondan bin kata daha güzel,daha canlı ve harikuladeydi.(syf.190)

12 Eylül 2008 Cuma

MASUMİYET MÜZESİ---İLK İZLENİMLER


Daha okurken anlamıştım bir yazıyla bu kitabı bitiremeyeceğimi,beynimin içindekileri,dilimin ucundakileri birkaç yazıya bölmem gerekecek.Önce hangisinden başlasam ki?

Güzel fakat sakıncalı bir aşk öyküsüyle başlayıp,aşkın çıkmaz sokaklarında tutkuyla dolaşan bir aşığın halleriyle devam eden ve kurulacak müzeyle ilgili çalışmalarla son bulan bir kitap Masumiyet Müzesi.Okumak isteyenler zaten konuyu yeterince ayrıntılarıyla öğrenmişlerdir, birde benim pilav servisi yapmama gerek yok sanıyorum.Bir insanın bir insana duyabileceği aşkın, en sınırsız halinden başlayıp zamanla sınırlandığına,okyanusta yüzmeye başlayan bir aşığın zamanla kendini küçük bir havuzda bulduğuna inananlardanım.Buna inanmakla birlikte kitabın zengin esas oğlanı Kemal bana çok önemli şeyler öğretti.Sınırlandırılmış duyguları yaşarken bile insanın en baştaki sonsuzluk duygusundan vazgeçmediğini,hayalinde o anları (Aristo'nun hatırına zaman demiyorum:) hep yaşattığını ve bir gün o okyanusa geri döneceğine inandığını bilmiyordum.Eşyaların kendi değerlerinden çok,yaşanmışlıklarının önemli olduğunu zaten biliyordum da bunu acılarımı dinirici bir merhem olarak kullandığımın farkında değilmişim.Bir olayın farklı gözlerden,farklı göründüğünü biliyordum da bizim o gözlerin farklılıklarının bizi az yaralayarak yolumuza devam etmenin formülünü bilmiyormuşum.Hayallerimizi kurarkenki bencilliklerimizi de Kemal söylemese ben farketmezdim galiba.Hayatımızdan çıkan önemli varlıkların acısıyla kıvranırken ,tüm yaptıklarımızın 'kaba oyalanmalar' halini aldığını şimdiden farketmemi de sağladı.Güzelliklerin, yaşarken tadına varılması gerektiğini;hep gelecek güzel günleri düşünürken bugünlere haksızlık ettiğimizi;30 yıl sonra bile ülkemde değişenlerin sadece aletler/makineler olduğunu,kafaların aynı kaldığını yine Kemal hatırlattı bana...

Aşk romanı diye lanse edilmesine rağmen,benim daha çok tutku ve takıntı tadı aldığım Masumiyet Müzesi,Benim Adım Kırmızı'nın yazarını sevenleri memnun edecekmi diye çok merak ediyorum.Bir çok kişi için "Siyah Süt" gibi olacağını düşünmeden de edemiyorum.Elif Şafak'ın okur kitlesinin bir kısmı "Siyah Süt"ü fazla hafif bulmuş,daha önce okumaya çalışıpta okuyamayanlar ise Elif şafak'ın yazarlığını ancak bu kitapla keşfedebilmişlerdi.Kitabın ilk 200 sayfası güzel ama herhangi birinin yazabileceği roman tadında devam ederken,sonrasında rota yavaş yavaş değişiyor asıl konuya doğru.Füsunla geçirilen günlerin hareketliliğine kapılmış giderken birden acıya boğulmuş bir adamın günlerinin tanığı oluyor,sonrasında ise aynı tempoda yapılan gece oturmalarının monotonluğuna kendinizi bırakıveriyorsunuz.Ağırlaşan tempodan sıkılacaklara tavsiyem Kemal Bey'in sabrını örnek almanızdır.

Benim için kitapta en ilginç nokta,kitapta sıkça yeralan kazaların en önemlisinin olduğu yerdir.Orhan Pamuk Türkiye'de bulunan 849 ilçeden birini seçiyor ve bu ilçe,benim doğduğum,10 yaşıma kadar yaşadığım, bir zamanlara ait en güzel anılarımı hatırladığım minik Babaeski oluyor.Kazanın yapıldığı yeri gözümde canlandırmak bana gerçekten garip geldi.Neden Babaeski sorusunun cevabını gerçekten öğrenmek isterdim.Kemal'in,Füsun'un her bakışından,hareketinden birşeyler kurması,önüne çıkan ilginç ayrıntılarda bir anlam araması,hayatına dair bir ipucu görmesi banada geçti sanırım.Okuduğumdan beri kendimce gizli şeyler yüklüyorum Babeski'nin karşıma çıkmasına.Kimbilir bana ne anlatmak istiyor diye düşünüyorum:)
Masumiyet Müzesi'nde anlatılan ve toplumumuzun gündemini sürekli meşgul eden bekaret, evlilik öncesi ilişki,zengin-fakir diyaloğu,batılalaşmak ,aşk ve sevgi ,sadakat gibi konular kafa karıştımaktan çok,birşeylerin değişmediğini;toplumsal kuralları yıkmanın zorluğunu,kim olursa olsun bu konularda asla bireysel karar veremediğini tekrar hatırlatıyor bize.Belki Orhan Pamuk'unda sıkça bahsettiği 50 yıl sonraki okuyucular için farklı bir toplumsal tarih örneği olabilecek bu konular,şu anda bana geçmiş zaman aitmiş gibi gelmiyor.Hala yaşanmayan aşklar, söylenmeyen sözler denizinde boğuluyoruz bence toplumca.

Romanın anlattığı zaman bakımından,arkada fon olarak siyasi olaylar kullanılmış.Beni ise bu fon değil ,bu fon üzerinde ilerlerken bile kendi kişisel tarihinden başka hiçbirşeye dikkat etmeyen Kemal ve çevresindekiler ilgilendirdi.Kemal'in aşktan,annesinin ilgisizlikten, Zaim ve benzerlerinin zenginlikten,Füsun ve çevresinin bilgisizlikten dışında durduğunu zannettiğim siyasi olayları hatırlayınca o kadar insan kim için ,niye öldü diye sormak geldi içimden.Ama sağa sola baktım,soracak kimseyi göremedim...

Kitapta,Pamuk ailesi,Orhan Pamuk'un kendisi,Pamuk'un kitaplarının kahramanlarıyla da karşılaştım.Aslında Masumiyet Müzesi'nin anlatıcısı,olayların ilk şahidi olan Kemal'in kendisi. Olaylar tek ağızdan anlatılmasına rağmen Kemal 1975'li senelerde yaşadıklarıyla,bugünkü zamanda düşündüklerini harmanlağı için bazen 2.bir anlatıcı olmalı hissine kapıldım.Belkide bu kitabın sonlarında ortaya çıkan yazar Orhan Pamuk'un sesiydi.Romanın 1. ağızdan anlatılması Kemal'in ruhsal çözümlemelerine,çatışmalarına ayrıntılı yer verilmesi sağlamış.Yalnız Sibel'in, Füsun'un düşündüklerini anlayabilmek için kesinlikle kahine başvurmak gerekiyor,Kemal'in herşeyini bize anlatan yazar,konu kadınlara gelince kendini fazlasıyla kenar çekmiş.Okurken aklımdan geçen şey,bu kitaba karşılık aynı olay sürecini birde Füsun'un ağzından anlatan bir kitap yazılabilir düşüncesi oldu.O kadar muallakta kalıyor kadınlar cephesi,anlayın artık...

Müze oluşturmak eşyaların omzuna yüklenen hatıralar,Merhamet Apartmanı'na gidip gelmeler, müze oluşturmak için yapılan araştırmalar Masumiyet Müzesi'nin temel yapı taşları olsada,Yeşilcam filmlerinin de hakkını yememek lazım.Çünkü romanın büyük bir bölümü bu filmler,sinemacılar hatta eski sinema salonları arasında geçiyor.Benim için bu konunun ayrı bir başlık oluşturacağını bildiğimden çok birşey anlatmayacağım ama Yeşilçam denince duyduğum kalp burkulmasını bu kitapta tekrar tekrar yaşadığımı belirtmek isterim.

Çok fazla dikkat eden olur mu bilmem ama ben müze bekçilerine de ayrı bir özen gösterildiğini düşündüm kitapta.Eskiden ve hatta şimdilerde bile kendimi bir kitapçıda insanlara kitapları anlatırken,kütüphanede onları tek tek okşayıp başkalarına önerirken,müzede her bir eşyayı kendim kullanmış yada her sanat eserini ben yapmışım gibi anlatırken düşlerim.Gerçi hiç müze bekçisi olmayı düşünmemiştim ama kitaptakileri okuyunca,bu işinde benim düşlediğim olaydan çok farkı olmadığını anladım.Ve ticari amaçla yarısı kiralanan müzenin bekçileri kadar bende üzüldüm.Zaten Kemal'de kendini bir müze bekçisi olarak görmese Masumiyet Müzesi bu kadar sahici durmazdı bence.(O çatı katı olayıan bittim zaten) Neyse bu müze işinin de ayrı bir konu olacağının ipucunu verdikten sonra artık kendi kendime yeter demek düşer.

Okumak isteyenlerin zaten okuyacağı bir kitap olduğundan kimseye okuyun demek gibi bir lüksüm yok.Ama şuna eminimki her anlatan eksik anlatacaktır bu kitabı ...Konuya dahil olmak isteyenlere şimdiden kolay gelsin...


İletişim Yayınları/592 sayfa
1.Basım 2008

11 Eylül 2008 Perşembe

SONDAN ÖNCEKİ DURAK

Kötü birşeyler olacağını hissettim ve elimden kitabı bırakıp bilgisayarın başına geçtim.Birkaç saat önce gezdiğim bloglara tekrar baktım görmeyen gözlerle...İçeri gidip kalan 50 sayfayı okumamak için hiçbir sebebim yok oysaki.Yok ama gidemiyorum.Biraz daha Amasra'yı araştırayım en iyisi....

8 Eylül 2008 Pazartesi

SONUNDA...

Bugün en sonunda Ruhdağı ile msnde karşılaşabildik.Sanki uzun senelerdir birbirimizi tanıyormuşuz gibi rahat rahat konuştuk. (Di mi şeker?:)O bugünkü misafirleri için yaptığı yemekleri anlatarak ağzımın suyunu akıttı,bende küçük şehirde yaşamanın kolaylıklarından bahsederek aklını çelmeye çalıştım.Onun yüzünden başıma güneş geçerek migros'a gidip kırmızı biber almak zorunda kaldım.(Umarım bulmuşsundur sende) Eylül Ilgın'ın beni daha rahat bıraktığı bir zamanda tekrar orada buluşalım olur mu?:)

ÜÇ YANLIŞ ÜÇ CESET (Agatha Chrıstıe)



Taşınma telaşı içinde okuyabileceğim rahat bir kitap düşündüğümde, aklıma ilk olarak Agatha Chrıstıe geldi.Kütüphaneden edindiğim bu kitap tam bana göre çıktı.


Ünlü dedektif Hercule Poırot'un hiç yanlış yapmayan sekreteri Bayan Lemon,sık sık yanlış yapmaya başlar.Sebebini araştıran Poırot,sekreterinin, kardeşi olan Bayan Hubbard'ın çalıştığı öğrenci yurdundaki bazı sorunlara üzüldüğünü öğrenir.Bayan Hubbard'ın amirlik yaptığı yurtta anlamsız hırsızlıklar olmaktadır.Hırsızlıklar Hercule Poırot'un ilgisini çeker çünkü listede, bir gece ayakkabısının teki,taklit bir bilezik,pudriyer,ruj,küpe,eski bir flanel pantolon,kesilmiş bir ipek eşarp,bir steteskop,elektrik ampulleri, parçalanmış bir sırt çantası,asitborik, karbonat,yeşil mürekkep ve çorba içinden çıkarılmış bir elmas yüzük vardır.Hemen yurtta araştırma yapmaya başlar dedektif.Kısa sürede çalınan eşyaların bazılarının hırsızı ortaya çıkar fakat bu itirafla işle daha da karışmaya başlar.Çünkü hırsız itirafının ertesi günü ölü bulunur ve bu zamanla işlenecek diğer iki cinaytin sadece başlangıcıdır.Hırsızlıklarla cinayetler arasındaki bağlantıyı bulmak,katili yakalamak ise Hercule Poırot'a ve ve olayı araştıran Müfettiş Sharpe'ye düşmektedir.


Şüpheli çok olduğu için heyecanlı bir tablo çıkıyor okurun karşısına.Zekice kurgulanmış , insanı yormadan sadece meraklandıran ve keyiflendiren bir kitap okumak isteyenler için ideal bir kitap.Kesinlikle tüm kitapları okunacak Agatha Chrıstıe'nin...

4 Eylül 2008 Perşembe

MASUMİYET MÜZESİ YOLCUSU KALMASIN...

Şu an itibariyle (st/23:10) 20.bölüm 96. sayfadayım.Durmadan okumak istiyorum ama ne mümkün.Okumamı kesen her cümle,hiddetli bakışlarımla karşılaşıyor evde.Beynimin içinde Kemaller,Füsunlar çarpışıyor şimdiden...Ve müzeyi kıskanıyorum içten içe....

Devamı gelecek...

3 Eylül 2008 Çarşamba

ESKİ BİR DOST,MUTLULUK VE MASUMİYET MÜZESİ

***Şu internet ne acayip birşey?Sabah haberlere bakmak için internete giriyorum.Bir haberin çağrıştığı şeyleri düşünerek Google bir isim yazıyorum ve senelerdir görmediğim birine ait bir resim pat diye yüzüme çarpıyor.Bu saate kadar bu ilginç tesadüfe sırıtıp durdum.Çok güzel oldu bence.İnsan yaşadıklarının hayal olmadığını anlayınca nedense seviniyor,yada en azından bana öyle oluyor.Bazen eskiyi düşünürüm ve benden başka kimsenin o olayları,kişileri hatırlamadığını görürüm."Tek hatırlayan bensem" diye başlar ve o görüntülerin benim hayal gücümden çıkma olasılığını hesaplamaya çalışırım.Ama bugünkü gibi bir olayla karşılaşınca çocuklar gibi sevinirim. (Gerçi ben hep çocuklar gibi sevinirim de orası ayrı bir konu:) Güzel şeylerin yaşanmışlığına bulduğum her kanıt beni bir kez daha gülümsetir ve bağlar hayata...Umarım herkesin hayata bağlandığı bu tarz ipler sıkça başımıza gelir.

***Eylül Ilgın önümüzdeki hafta anaokulunun 5 yaş bölümüne başlayacak.Bu hafta alışsınlar diye günde 1-2 saatliğine çağırdılar.Yalnız bizimkinin alışmakla ilgili bir sorunu olmadığından (anası gibi bukalemun mübarek;herşeye uyum sağlıyor) tam bir şenlik oluyor bu saatler.Yerdeki kocaman halının üzerine oturup kocaman yapbozlar yapıp,başkalarının annelerine öğütler verip,ikide bir öğretmeninin yanına gidip birşeyler sorup,durmak istemeyen çocuklara anne şefkati gösterip geçiriyor zamanını.Hani utanmasa burda yatalım anne diyecek :) İçeride oynaması yetmiyor birde okulun bahçesindeki parkta oyalanıyoruz bir süre..Dün iki farklı anneden aynı cümleyi duydum ve ne kadar mutlu oldum anlatamam.Benim anne olarak duyduğum en güzel, en onur verici cümlelerden birisiydi bu.
"Ne kadar mutlu bir çocuk bu."
Sürekli gülen biriciğim Eylül Ilgın'a bana böylesi şeyleri yaşattığı için ne kadar teşekkür etsem azdır...

***Tüm reklam kokuyor deyişlerine,söylenen sözlere kulaklarımı tıkayıp Masumiyet Müzesi'ni okumak istiyorum.Hala geçmeyen sinüzitime şifa niyetine bitki çayları içerken büzülmek ve eşimin "Yine mi?" bakışları altında, çevremdeki hiçbirşeyi duymadan okumak istiyorum.

İSTANBULLU KIZ (Kurban Said)


İstanbul'a giderken otobüste okuyabilirim diye aldığım bir kitaptı.Adında İstanbul,konusunda Osmanlı olunca beni kendine çekiverdi:)Orjinal adının da ,The Girl From The Golden Horn olmasıda alınmasına katkı payı yapmıştır."Altın Boynuz" tanımlamasına hayranım çünkü. Yanılmamışım, sıkılmadan,kafa yormadan okunabilecek bir kitap çıktı karşıma.

Aziyade Amberi yani asıl kız; Paşababası Ahmet Amberi ile birlikte sürgüne gönderilen bir Osmanlı asilidir.Baba kız Berlin'e yerleşirler ve kendilerine yabancı olan bu şehirde birhayat kurmaya çalışırlar.Aziyade Eski Türk Dilleri'ni öğrenebileceği bir üniversiteye devam eder, Paşa'da kendi gibi Asyalı insanların takıldığı kahvelerde zaman geçirmeye çalışır.Muayene olmak çin gittiği hastanede Dr. Hassa ile tanışan Aziyade,kendini birden bire yabancı bir adamın aşkının içinde bulur.Aziyade kendi kültüründen,dininden,yaşadıklarından tamamen farklı bir hayat süren Dr. Hassa'ya karşı boş kalamaz ama evlenmeleri için önlerinde büyük bir engel vardır: Aziyade sürgünden önce hanedan prenslerinden biriyle sözlendirilmiştir.Gerçi kendisi gibi sürgün edilen prensten ne zamandır haber alınamamıştır ama yinede bu görev Aziyade için bir gurur meselesidir.Dr. Hassa,vatanı olan Saraybosna'dan çok erken yaştaa ayrılmış ve Viyana'da yaşamaya başlamış bir hristiyandır.Aziyade babasınında onayı aldıktan sonra kayıp prense iletilmek üzere mektup yazar ve ya ortaya çıkıp kendisiyle evlenmesini yada kendisini özgür bırakmasını ister.Mektup uzun yollardan sonra amerikada yaşayan John Rolland adındaki bir senaryo yazarının eline ulaşır.Ortadan kaybolan prens geçmişinden kurtulmak için kimliğini değiştirmiş,eskiye dair anıları unutabilmke içinde bir miktar ayyaş olmuştur.Kendisi gibi kimlik değiştirmiş uyanık Yunanlı menajeri Sam Dooth'la birlikte çıktıkları bir seyahat sırasında,önce Paşa'yla sonrada evli Aziyade ile karşılaşır.Aziyade'yi görünce yaptığı çılgınlığın farkına varır ve onunla evlenmenin yollarını aramaya başlar.Bu arada Aziyade, Dr. Hassa'nın çevresine sıkışıp kalmış,kültür ve anlayış farklılıkları iyice su yüzüne çıkmaya başlamıştır.Kocasına karşı duyduğu arzu ile prense karşı duymuş olduğu görev bilinci çarpışmaya başlar benliğinde.Araya giren kocasının eski karısı Marion ilede dost olmaya çalışan Aziyade'nin işi oldukça zorlaşmaya başlar.Aziyade bu durumdan kendini kurtarmasını bilir ama nasıl olduğunu ben anlatmayacağım:)

Aziyade'nin kişiliğinde yansıtılan çatışmalar,1928 yılındaki Doğu ve Batı farkına bir bakış aslında. Hiçbir hoşgörünün, kültürel farklılıkları yok edemediğinin açık bir kanıtını anlatmış yazar.Aslında yazarlar demek daha doğru çünkü Kurban Said'in kendinilerini gizlemek isteyen iki yazarın kullandıkları bir takma ad olduğu belirtiliyor kitapta.Gizemli yazar(lar)ın elinden çıkmış,kolay bir uslup kullanılarak yazılmış,edebi değer olarak çok anlam ifade etmemesine rağmen, ilgi çekici konusuyla merak uyandırıp,kolayca okunabilecek bir kitap İstanbullu Kız...Kütüphanemde durmasını isteyip tekrar elime alacağım bir kitap değil ama okuması keyifliydi. (Ne yani bu şimdi?:) Bilgilerinize arz olunur....

***"Bu gözyaşı vadisindeki binlerce kişinin,acının fincanındakileri içip tüketmek zorunda olduğunu herkes bilirken,sen nasıl mutlu olabilirsin?"diye sordu John Rolland acı acı "Sen Weltschmerz'i anlamıyorsun."(syf.123)

***-"İçimizdeki ölümsüz varlığı sözcüklerle göstermek bir sihirdir.Sözün ,madde hakkında bilgisinin olması gerekir,tıpkı Adem'in Havva'yı bildiği gibi.Ama benim sözümün böyle bir gücü yok."
-"Çünkü yabancı bir dilde söylenen yabancı bir söz" dedi paşa ve kaşları hüzünle çatıldı.Ben Avrupa dillerinin,bir sözcükte yaşayan gücü yavaş yavaş yitirdiğine inanıyorum.Teknik birşey haline geliyorlar,beynin basit bir egzersizine,bilgi iletişiminin zayıflatılmış bir aracına dönüşüyorlar.Biz Doğu'da ruhsal varlığa daha dönüğüz,sözün gücünü duyabiliyoruz hala ve bence Doğu ile Batı'nın farkıda burada.(syf.137)

***Seni çok sevceğim hanımefendi,daha önce kimse için harcamadığım çok büyük bir sevgi birkimim var.(syf.175)(Sevgi kullanılmayınca birikir mi gerçekten?)

***Yeniden gündüz oldu ve yeniden sarı güneş çölün tepesine asıldı.Tepelrin üstünde geçen otobüse kayıtsız gözlerle bakan çöl polisleri duruyordu.Yukarıda gökte,sarı ve kıpırtısız bir devlet uçağı duruyordu,John ona baktı ve Akdeniz'i düşündü,iki dünyayı ayıran ve birleştiren denizi.Yukarıda gökte uçan pilot,aşağıdaki otobüse baktı ve hergün,gün ortasında başlayan rüzgarı,hastalanan bir şeyhin gerksindiği ilaçları götürmesi için kendisini çok uzaktaki bir vahaya gönderen Libya hükümetini düşündü.Ve deniz ekarşı eski bir bina olanCastello'da hükümet, hasta şeyhi,pilotu ve Gadames'e giden otobüsü düşündü(syf.192)

***Biz insanların kaderi,gizemli bir biçimde birbirine bağlıdır.Olayların sihirli halkası, okyanuslarla kıtalar arasında köprüler kurarak,biz ölümlüleri birleştirir.(syf.207)

***Oldukça haklısınız.Doğu ahret yaşamına yönlendirilmiş,Batı ise görülebilen dünyaya.Bu yüzden Avrupa canlıların doğala uygun tasvirlerine gereksinim duyar,Asya ise temel fikirleri,dolaysız yoldan,doğrudan biçimsel simgelerle ifade etmeye çabalar;duygusal düşünceleri insan ve hayvan formları kullanmadan,yaşamı bu geçisi varlıklarla temsil etmeksizin biçimlendirmenin yollarını araştırır.(syf.269)

Everest yayınları/282 sayfa
1.Basım Ocak 2005/2.Basım Mart 2005
Çeviri:Bilgin Adalı
Kapak:Utku Lamlu

2 Eylül 2008 Salı

NİCE MUTLU YILLARA


İlk okuduğum andan itiberen içimden sıcak pınarların aktığı;yüzünü görmeden samimiyetine inandığım;sevincine sevinip,üzüntüsüne içlendiğim;kitapsever,zeki bir başak olduğunu bildiğim çok güzel bir kadının,uzaklardan bir canın doğum günü bugün:)



Sevgili RUH DAĞI doğumgünün bir kere daha :) kutlu olsun.Eminim benden daha çok sevinenler vardır ama bende söylemekten geri kalmayacağım.İyiki doğmuşsun güzel insan.Özsüt'te senin istediğinden bir pasta borcum olsun sana.Tüm güzellikler senin olsun...

NEREDE KALMIŞTIK :)

Önceki pazar ev taşındı.Çacuk ve acısız oldu:)Lakin toplamanın yerleştirmekten daha kolay olduğunu bir kere daha anlamış oldum.Birkaç eksiğimiz var ama onlara rağmen ev yerleşti sayılır.Taşınmanın hemen ertesi günü işe başlamamış ,bir-iki gün sonrasında sinüzüte ve farenjite aynı anda yakalanmamış olsaydım,kayınvalidem de Giresun'dan hasta olarak dönmemiş olsaydı eminim herşey daha çabuk hallolurdu.Bütün aksilikleri yenerek bağlantısını sağladığım internetle henüz istediğim tarzda bir yakınlık kuramasamda,bunları yazacak kadar vakit bulabildim.
Anlatmak istediğim bir sürü kitap var aslında( her zamanki gibi).Ama özellikle bugünkü köy gezim,hala geçmeyen hastalığım ve ramazan'ın ilk günü olması sebebiyle çok halsizim.Eylül Ilgın'da okuluna ısınma turlarına başladı,birazda o vaktimi alır benim.En kısa zamanda okuduklarımı paylaşmak üzere buraya uğrayacağım:)
Ramazan davulcusu gezmeye başladı,biz sahurumuzu çoktan yaptığımız için ben bu sesi yat zili olarak algılıyorum izninizle...