27 Ağustos 2009 Perşembe

SABİT FİKİR

Sabit Fikir açılmış haberiniz var mı?

26 Ağustos 2009 Çarşamba

YABANCI KUCAK (Ian McEwan)


Bu kitap hakkında söylenebilecek herşey aşağıda söylenmişken bana sadece onaylamak düşer.
3 Tl'ye bu kadar hoş bir kitaba sahip olmak hala mümkün görünüyor.Listenizde bu gerilime muhakkak yer verin derim.Filmini izleyebilecek yer bilen varsa, hayrına bir haber verirse çok sevinirim:)

Yabancı bir yerde, tanımadığınız insanların arasında, daha önce hiç görmediğiniz sokaklarda özgürce yürüyebilmek, keşfedebilmek... Kime sorsanız yapmak istedikleri arasında sayılanlardandır gitmek; yabancılığı tatmak, başka bir yerde sorumsuz bir huzurun huzursuzluğuna gıpta etmek... 'The Comfort of Strangers'ı 1981 yılında yazmış Ian McEwan. 'Yabancı Kucak' adıyla bu ay Ayrıntı Yayınları tarafından 'Kara Ayrıntı' serisi içinde yayımlandı. Önce gözüm kitabın orijinal adına ve Türkçe çevirisine takıldı. Yabancının kucağı, konforu... Yeryüzünde insanoğlunun en rahat edebileceği yer kucaktır herhalde diye düşündüm sonra. Kucak; birinin kucağı, bir başka ülkede tüm o özgürlük zırvalarının arasında aslında tursitlikten kurtulma isteği; elinde harita sokak sokak dolaşanların erişemeyecekleri bir yer bulma, onların bilemeyecekleri yerelliğe dahil olma, belki bir iki dost, onların tanıdık sokakları, evleri ve sofraları... Venedik'te tatil yapan Mary ve Colin, turist kelimesinin sözlük anlamına uygun biçimde ellerinde haritalarla şehri tüketmeye çalışırken belki de tam bu noktaya takılıyorlar. Onları bu yabancı şehirde tanıştıkları garip adam Robert'e ve daha da garip görünen karısı Caroline'a gizliden gizliye iten şey bu oluyor... Tanışmalarından hatta bu çiftten düpedüz huylanmalarından sonra bile bilinçsizce indiklerini düşündükleri durağın Robert'lerin sokağı olması da bu sebepleydi belki...

Bütün gün dolanıp yemek yedikten sonra sevişmek ve marihuana içmek için kullandıkları, oda görevlisi tarafından tüm dağınıklıklarının temiz çarşaf kokularıyla değiştirilmesinden tarifi olmaz bir haz aldıkları otel odalarında tanıyoruz onları önce. Uyumlu, kendi içlerinde yaşanan küçük sorunları atlatabilen aynı şeylerden konuşabilen, bir de ikisi de son derece ince kemikli olan -bu konuda da oldukça uyumlu görünen- ve Venedik'te tatil yapan bir çift... Tatil boyunca yaşadıkları rutin günler küçük bir kırılmayla değişene dek her şey normal. Ancak çağımızın en başarılı İngiliz yazarlarından biri olduğu kabul gören -hatta çoğunluğa göre en iyisi- Ian McEwan, diğer romanlarında olduğu gibi 'Yabancı Kucak'ta da gotik romanın tüm gizemini ve tedirginliğini okuyucuya hissettiriyor. Okumaya ilk başladığınız andan itibaren başta da bahsettiğimiz yabancı bir yerde özgür olma huzurunun tüm huzursuzluğunu hissediyorsunuz. Bunun güzel bir tatilin romanı olmadığı, bu yabancı yerin ortasında onları bekleyen bir yazgı olduğu apaçık ortada. Ama ne Mary ve Colin ne de bir okuyucu olarak siz bunun adını koyamıyorsunuz bir türlü. Bir korku hep var ama ne?... Kitapta mekân olarak seçilen yerin Venedik olması da durumu tetikleyen özelliklerden biri tabii, belki de en önemlisi. Haritasız sokağa çıkan insanların kolayca kaybolabildiği, artık öğrendiğini sandığı anda bile karşısına bilinmedik bir sokağın birden çıkabildiği, alabildiğine güzel ama bir o kadar gizemli şehir: Venedik. Mary ve Colin için bahsettiğimiz kırılma noktası bir akşam yemek yemek için geç kalmalarıyla başlıyor ve ikili bütün lokantaların kapanmış olmasından muzdarip bir halde dolanmaya başlıyorlar. Haritaları evde ve çoktan kaybolmuş durumdalar. Robert tam da bu sırada karşılarına çıkıyor, onları kendi barına götürüyor ve son derece rahatsız edici bir arkadaşlık başlıyor. Mary ve Colin'e bu barda geçen sohbetleri sırasında çocukluğunu anlatan ve tamamen problemli bir insan olduğu her halinden belli olan -daha sonra bazı şeyleri göstere göstere, insanların gözünün içine sokarak yapanlar diye özetleyebileceğim bir suçlu türüne dahil olduğunu anlayacağımız- Robert, ısrarcı dediği dedik tam bir 'oranın her şeyi bilen herkesi tanıyan yerlisi' olarak karşımıza çıkıyor. İşte tam bu sırada kahramanlarımız bu barda, bu adamın hikâyesini dinlerken içten içe turistlikten sıyrıldıklarını hissediyorlar, turistlerin muhtemelen önünden geçmedikleri bu yerde yerliliğe terfi ediyorlar, onları bekleyen kötü sonu hazırlayan da bu oluyor belki... Çoğu romanı sinemaya aktarılan McEwan, 'Yabancı Kucak'ta yakaladığı kurgu, anlatım tarzı ve tasvirlerle sanki bunun ispatını yapıyor. Mary ile Colin'in cinsellik, şiddet ve sapkınlık üçgeninde yaşadıkları son on-on beş sayfalık bölümü kapsıyor ama McEwan'ın roman boyunca yarattığı müthiş atmosfer, sürükleyici ve hayalgücünü birebir tetikleyici anlatım bunun bir sinema filmi için çok uygun olduğunu ister istemez düşündürtüyor. Zaten Paul Schrader da bu kitabı1990 yılında beyazperdeye aktarmış.

Robert ve Caroline ile tanışmalarından ve bir geceyi onların evlerinde geçirmelerinden sonra Mary ve Colin tam beş gün odalarından çıkmıyorlar ve birbirlerinden bir dakikalığına bile ayrılmıyorlar. Birbirini derinlemesine anlayan, birbirini alabildiğine seven çiftin mutluluğun ve hazzın doruklarında geçirdikleri bu beş gün onları ve yaşamlarını kitabın cenneti haline getiriyor. Kahramanlarımızın mutlu anlarını tatile geldikleri bu şehirde dışarı çıkmadan otel odalarında yaşadıkları anlarda bulmaları, dışarıda bekleyenin kötülük olduğunu ve bunu Robert ve Caroline'ın birebir simgelediğini gözümüze gözümüze sokuyor. Kötülük dışarıda bekliyor, yabancı bir yerde Mary ve Colin sadece birbirlerine tutunarak geçirdikleri beş günde belki de en mutlu günlerini geçiriyor. Ama ne oluyorsa oluyor ve onlar odalarından, mutlu dünyalarından dışarıya çıkıyorlar. Dediğimiz gibi bir korku var ama ne? Mary ve Colin bir kötülüğün ortasında ama ne?... Bunu sanki onlar da biliyor ama birbirleriyle bile paylaşmıyor ve nedensizce kendilerini -aslında dostluklarından son derece rahatsız oldukları su götürmeyen- bu korkutucu çiftin sokağında buluyorlar. Üstelik Mary Robertler'in evinde gördüğü bir fotoğrafın Colin'in fotoğrafı olduğunu da anlıyor, kafasında bazı parçaları da birleşiyor ancak yol, sokak, vapur her neyse bu eve çıkıyor... Robert Colin'le beraber bara gidiyor, Mary ve Caroline çiftin evinde kalıp karşılıklı çay içiyor. Romanın cehenneminde Mary ve Colin birbirlerinden ilk kez ayrılıyor ve Robertle Caroline'ın sapkınlık ve şiddetle örülü yaşamları onlara bulaşıyor. Tüm kırmızılığıyla hem de... Cinsel sapkınlığın, şiddetin, orta yaşlı bir çiftin dünyaya öfkesinin kurbanı Mary ve Colin oluyor. Roman boyunca hissettiğiniz korku tüm varlığıyla ortaya çıkıyor ancak bu anda romanın başından itibaren yaşadığınız tedirginlik de son buluyor. Belki de bu anda korkuya karşı siz de Mary'le birlikte daha duyarsız kalıyorsunuz.




Filmden bir sahne(kitapta anlatılanın tıpkısı)


***Nedense her lafının başında"inanılmaz" sözcüğü geliyorsu aklına,belki Mary'nin ona inanmadığı korkusundan,belki de kendi kendine inanamadığından.(syf.16)


***Bir şeyler açıklamak gereksinmesini duyuyordu,Colin ile konuşacaktı. Caroline'in öyküsünü aklında kalan tüm ayrıntılarıyla anlatacak,sonra ona herşeyi açıklayacak, bu konuda kendi kurduğu ama henüz kesinleştirmediği kuramıda açıklayacaktı. Bu kurama göre,imgelem,yani cinsel imgelem, yani erkeklerin acı verme, kadınların ise acı çekme konusunda çağlar öncesinden kalan hayalleri öylesine güçlü ve tek örgütleyici ilkeyi biçimlendirmekte ve dile getirmektedir ki bu, tüm ilişkileri ,tüm gerçeği çarpıtmaktadır. Ama herhangi birşey açıklamadı. syf.124


Ayrıntı Yayınları(Kara ayrıntı serisi)
Çeviren: Pınar Kür
124 sayfa

18 Ağustos 2009 Salı

AT ÇALMAYA GİDİYORUZ (Pet Petterson)


Trond T yaşamının son yıllarında Norveç ormanlarına yerleşmiş ve köpeği Lyra ile yaşamaya başlamıştır.Yeterli parası olmasına rağmen yaşamına dair herşeyi kendi yapmaya çalışır ve en basit yaşamsal ihtiyaçlar için bile önemli emekler sarfetmeye başlar.Bir gece evinin civarında karşılaştığı eski bir tanıdık sayesinde ormandaki sakin yaşamı, 15 yaşına ait anılarla sekteye uğramaya başlar.Babasının 2. Dünya Savaşı sırasında İsveç'e direniş haraketine katılıp evrak geçişini sağlayabilmek için yerleştiği küçük bir orman köyüne Trond' ta gitmiştir.Tek arkadaşı Jon ile beraber geçirilen güzel günleri,Jon'un ortada bıraktığı tüfek mahvetmiştir.Tüfeği bulan küçük kardeşi Lars ikizi Odd'u yanlışlıkla vurmuştur.
Jon'un annesi ile Trond'un babası arasındaki yakınlık,Jon'un gidişi,babasının kente dönmek istemeyişi ve benzer görüntüler 15 yaşının anlamsızlığından çıkıp birer birer özel anlamlar yüklenmeye başlamıştır.Şimdi o özel anlamları doğru raflara yerleştirme zamanıdır.
Yaşlı bir adamın dilinden anlatılan, geriye dönük zaman dilimlerinden bol bol bahsedilen bir kitap "At Çalmaya Gidiyoruz".Konusu oldukça basite kaçsada anlatım dili ve anlatış biçimi çok hoşuma gitti.Bol bol kendi yaşlılığımı düşündürdü bana.Geriye dönüp baktığımda geçmiş yaşlarımda anlamlandıramayacağım şeyler hakkında ben neler yazardım acaba diye geçti aklımdan.Özellikle düşündürdükleri açısından baktığımda benim için etkileyici bir kitaptı ama herkese tavsiye eebileceğim kitaplardan biri değil kesinlikle.Bu arada kitabın hem Norveç Kitapçılar Ödülü'nü hem de Norveç Edebiyat Eleştirmenleri Ödülü'nü kazandığını ve 2007'de New York Times gazetesinin yayımladığı "yılın en iyi beş edebiyat yapıtı" listesinde yer aldığını göz ardı etmemek gerekir.


***"Isırganları niye biçmiyorsun?" dedi.Orağın kısa sapınave ilerideki ısırganlara baktım. "Acıtıyorlar" dedim. Bunun üzerine yarım bir tebessümle bana bakıp hafifçe başını salladı.
"Ne zaman acıtacağına sen kendin karar verirsin " deyip bir anda ciddileşti, kulübenin duvarının dibine yürüdü, çıplak elleriyle yakıcı bitkileri kavradı, büyük bir sükunetle onları birer birer koparıp yığmaya başladı ve hepsini bitirene kadar durmadı. (syf.31)


***Belki Dickens' ta bunlar sorun olmayabilir ama Dickens okurken artık yitirilmiş bir dünyayla ilgili uzun bir şarkı okuyor gibisinizdir,bu dünyada her şey sonunda bir dengeye ulaşır, tanrıların gülümseyebilmesi için başlangıçta bozulan dengenin yeniden kurulması şarttır. Ekseninden sapmış bir dünya karşısında bir avunma,bir protesto belki ama artık böyle değil. Benim dünyam böyle değil ve yazgının yaşamlarımızı yönettiğini söyleyen insanlara hiç tahammül edemem. Sızlanırlar,ellerini ovuşturular,şefkat beklerler. Bence yaşamlarımızı biz kendimiz yaratıyoruz, en azından ben kendi yaşamımı yarattım, ne kadar değerli bir yaşamdır bilemem, bütün sorumluluğu da yalnızca kendi üzerime alıyorum . (syf.62)

***İnsanlar onlara bir şeyler anlatmanızdan hoşlanıyorlar,mütevazı ve güven veren bir ses tonuyla yeterince şey anlatırsanız sizi tanıdıklarını sanıyorlar, ama aslında tanımıyorlar, sizin hakkınızda birşeyler öğreniyorlar sadece, çünkü öğrendikleri şeyler, olgular, duyglar değil; herhangi bir şey hakkkında ne düşündüğünüzü, başınıza gelenlerin ve verdiğiniz kararların sizi nasıl siz yaptığını bilmiyorlar. Onların yaptıkları şey kendi duyguları, düşünceleri ve tahminleriyle boşlukları doldurmak, sizinkiyle çok az ilgisi olan yepyeni bir yaşam yaratmak, böylece artık güvendesiniz. Siz istemedikçe kimse size dokunamaz. Yalnızca kibar olmak, gülümsemek, paranoyakça düşünceleri kafalarından uzak tutmak gerek, çünkü ne tür bir oyun oynarsanız oynayın sizin hakkınızda konuşacaklar,bundan kaçamazsınız ve zaten siz de aynısını yapardınız. (syf.66)

***Radyoyu açıyorum.İkinci kanalda haberler var. Grozni'ye Rus memileri yağıyor. Yine başlamışlar. Ama asla kazanamayacaklar, uzun vadede kaybedecekleri ortada zaten. Daha Tolstoy Hacı Murat'ta anlamıştı bunu ve kitap yüz yıl önce yazılmıştı. Aslında büyük devletlerin şu dersi bir türlü almamış olmaları, sonunda dağılacak olanın kendileri olduğunu anlayamamaları inanılır şey değil. Ama bütün Çeçenistan'ı yakıp yıkabilirler elbette.Bunu yapmaları ihtimali bugün yüz yıl öncesinde olduğundan daha yüksek. (syf.106)

***Ağlamaya başladım,çünkü bir gün bu anın geleceğini biliyordum ve dünyada en çok korktuğum şeyin Magritte'nin tablosunda aynaya bakarken sadece kendi kafasının arkasını gören adam olmak olduğunu anlamıştım. (syf.114)



***Sırtınıza batan bir kayanın üzerine yatıp fiyordun koyu karanlığında gözleriniz sızlayana kadar, uzay bütün genişliğiyle göğsünüze çöküp nefesinizi kesinceye yada tersine sizi yukarılara çekip bir daha asla geri dönmeyecek küçücük bir insan eti parçasına dönüştürünceye kadar izleyebilirdiniz bu sonsuz nehri.Yalnızca bunu düşünmek bile kaybolmaya yetebilirdi. (syf.117)

*** Avludan köprüye giden yolun yarısında Jon'un annesi birden dönüp arkasına baktı.Ayak izleri karda açıkça görülüyordu, ilkin yabancı adamın çiftlik yolundan yukarı çıkan ayak izlerini, sonra kendisinin evden çıkan ayak izlerini, sonunda avluda ikisinin bıraktıkları ve şimdi durdukları noktaya kadar gelen izleri gördü.(syf.127)

(Kitabın kapağına ilham veren satırlar bunlar olmalı)


***İçimde bir şeyler değişiyor,ben değişiyorum, çok iyi tanıdığım, gözüm kapalı güvendiğim, sevenlerinin sarı pantololnlu çocuk diye çağırdığı, ne zaman elini cebine daldırsa bir avuç parlak bozuk para çıkaran birinden çok daha az tanıdığım, elini cebine daldırdığında ne çıkaracağını bilmediğim birine dönüşüyordum.(syf.140)

***Kimileri geçmişin bilinmeyen bir ülke olduğunu,orada her şeyin farklı yapıldığını söylediğinde belki bende aynı şekilde hissediyordum, çünkü böyle yapmak zorundaydım ama artık böyle yapmıyorum. Yalnızca dikkatimi toplayabilirsem hafızamın deposuna girip doğru rafta doğru filmi bulabilirim, onun içinde kendimi yitirip babamla birlikte ormana yaptığımız o at gezisini hala vücudumda hissedebilirim. (syf.193)


***Sanki bir perde inip bir zamanlar tanıdığım her şeyi örtmüştü.Yaşama yeniden başlamak gibiydi.Renkler farklıydı,kokular farklıydı,şeylerin içimde yarattığı duygular farklıydı. Yalnızca soğuk ve sıcak aydınlık ve karanlık, mor ve gri farklı değildi, korkmam ve mutlu olmam bile değişmişti. (syf.199)


***Canımızın ne zaman acıyacağına gerçekten kendimiz karar veririrz. (syf.214)


Metis Kitap/ 214 sayfa

İlk Basım Şubat 2008

Çeviri:Deniz Canefe

Kapak İllüstrasyonu: Emine Bora

13 Ağustos 2009 Perşembe

30 MUMLU PASTA (Banu Özdemir)




"Kentli,kariyerli,ve bekar kadınların otuzlu yaş halleri "ni özetleyen çerezlik bir kitap 30 Mumlu Pasta.Kitabı yazan hatun , kendi durumuna uyan kişilere ilişkin genellemeler yapmış bu kitapta:Genelde şunu yeriz, şunu okur, şunu seyrederiz, günlerimizi böyle geçiririz, konuşmalarımızın ana maddeleri şunlar şunlardır vb... Erkeklere ve ilişkilere ait düşüncelerini, evliliğe ve çocuk sahibi olmaya dair hayallerini paylaşmış bizimle bol bol.. Koskoca holdingleri yöneten,hesapları elinde tutan kadınları tam bir "düş kırıklığı grubu" olarak tanıtmış bizlere... 30 yaş sendromuna girmenin üzerlerinde yarattığı baskıyı anlatıp,ideal erkeğe (!) ilişkin profili listelemiş tanıma uyan bir çok kadının anlattıklarından yola çıkarak...
7 aylık kitap yazım sürecinin sonunu, içtiği onca kahve ve yediği çikolataya rağmen 58 kilo kalarak ve 28 beden kotunun içine hala girebilerek (?????) bize bildiren Banu Özdemir'in
Türkiye'nin Brigitte Jones'larına, Ally Mc Beal'lerine adadığı kitabı bence tam bir sahil kitabı... Denizin kenarında 2 saatte bitirebilirsiniz,okursunuz ve kapağını kapattıktan sonra geri götürme zahmetine bile katlanmayıp yan şezlongta uzanan kişiye hediye edebilirsiniz :)
Alfa Yayınları /Kişisel Gelişim Serisi (Ne Alakaysa:)
195 Sayfa
1.-5. Basım:2004 / 6.Basım Eylül 2007