31 Ocak 2008 Perşembe

BÜTÜN HİKAYELERİ 1 ( Edgar Allan Poe )


Adı Hasan Ali Toptaş'ın isminin yanında anılınca ,Selçuk Altun'un son romanına etkilerini okuyunca ,sadece Anabel Lee şiirinden tanıdığım Edgar Allan Poe'yu okumaya karar verdim.Zaten ne zamandır kütüphanede 5 ciltlik sıralanmışlığıyla (yan yana 5 cildi sıralanınca yazarın resmi ortaya çıkıyor) bana göz kırpıyordu.Zamanlamanın doğru olacağını düşündüm ve ilk iki cildi aldım.Beklediğimden daha değişik tarzda yazılmış hikayelerle karşılaştım. Kelimelerin dizilişi görünmez bir duvar ördü önüme ve giremedim öykülerin içine.Anlatılan karamsarlık ve az önce bahsettiğim dışlanmışlık beni sıksada iç sesim okumaya devam etmemi söyledi.Ama ne yazık ki 1. cildi kendimi itekleyerek bitirdim.2. cilde ise elimi bile sürmedim.Somut bir olay kurgusu üzerine sıralanmış karşık duygular, düşünceler beni nedense itti.Biraz ara verdikten sonra okumayı tekrar denemek istiyorum,belki zamanlamam yanlıştı.


28 Ocak 2008 Pazartesi

BİN HÜZÜNLÜ HAZ ( Hasan Ali Toptaş)


Ben bu kitabı sevdim.Uzun cümlelerde kaybolmadan iz sürdüm. Yaşanması, hissedilmesi mümkün soyut kavramların samimi anlatımı okuduklarımın oraya buraya dağılmasını önledi galiba.Anlatımın derinliğinde boğulmadan, dalmaktan keyif alan bir dalgıç misali her katı farklı bir lezzet alarak keşfettim. Bir mekan üzerinde aynı anda yaşanan;fakat birbirinin farkında olmayan üç zaman dilimini anlatışı hayal gücümü kamçıladı.Arkasında somut bir olay örgüsü olmadığı halde temeli sağlam olan;kırık satırları ,eksik ve karışmış harfleriyle,meraklandıran imgeleriyle,okuyucudan okuyucuya değişecek anlam girdabıyla,sade sözcüklerle sade olmayan anlatımıyla birden fazla okunmaya aday bir kitap oldu benim gözümde.
Kitabı okuyan Sera’nın yazısını ve yine onun verdiği linki de muhakkak okuyun derim.




Yazarın iki farklı söyleşisinden alınan şu paragraflarda en az kitap hakkında yazılanlar kadar dikkate değer bence:


"‘Bin Hüzünlü Haz’, beni en çok üzen kitabım oldu. Bir yayınevinden, ‘Sen bunun etini, yağını, suyunu, tuzunu, baharatını o kadar çok koymuşsun ki, bir oturuşta yenmiyor’ dediler. Bir oturuşta tüketiliverecek yapıtlar istiyorlardı. Dehşete kapıldım. İyi yapıt, zaten edebiyat dışıdır. Yani edebiyatın o ana dek oluşagelmiş kurallarının dışına fırlamış bir yapıttır. Daha sonra edebiyata dönüşecektir."

“Ben okuruma –varsa eğer, bir yerlerde yaşıyorsa ya da olacaksa- güveniyorum; en azından benim okurum, benim bir oturuşta tüketiliverecek türden romanlar yazmadığımı bilen bir okurudur.”

Bunlarda alıntılarım:

“Sonra,işte onlar böyle kaybolunca,ben kendimi bir boşlukta buldum.
Ama bu,kaybolan şeylerin yokluğundan değil de,benim birkaç saniyelik duraksayışımdan,ait olduğum zamanın dışına çıkmak isteyişimden,ya da o anda gövdemin sınırlarını hissedemeyişimden doğan bir boşlukta sanki ve içinde,o güne dek yaşadıklarımın bende kalan kırıntılarından,küçücük de olsa iz yoktu.Ne oldum olası benimle ömürlerini paylaşan dostlarıma bütün gerçekler gibi gerçekdışı gözüken gerçeklerimin derinliğinden,ne ruhumda dev yaralar açan günlük hayatın küçük cinayetlerinden,ne korkularımdan,ne hayallerimden,ne de şehir denen o cehennemin içinde Alaaddin’i aramakla geçen günlerimden…”

“Benimkisi,hiçbir zaman hiçbir şeyle açıklanamayacak kadar derin,hiç kimsenin anlayamayacağı ölçüde karmaşık ve acayip bir yorgunluktu.”

“ İşte o zaman ben ,çeşitli suçların işlendiği göz kamaştırıcı bir dünyadan başka bir dünyaya sessiz sedasız göçmüş gibi oluyorum.Hayatın akıl almaz derecede oyuna dönüştüğü,hayallerin sınırı aşıp aşıp gerçeklere karıştığı, yerini göğünü ne idüğü belirsiz kıpırtılarla uzun kuyruklu,güzel güzel yalanların doldurduğu ve her şeyin kelimelerle öldürüldüğü ,acayip ve soluk renkli bir dünyaya diye konuşmasını sürdürüyordu Alaaddin.”

25 Ocak 2008 Cuma

BLOGLU SOBE

Sera'nın sayesinde ebenin ebelenmesi olayı gerçekleşiyor bir kez daha.Buyrun efendim bir kaç küçük bilgi..

1-Blog yazmaya ne zaman başladım?

2007 eylül'de başladım yani daha çok yeni:)Daha önce birkaç denemem oldu ama fiziksel şartların yetersizliğinden devam edemedim ve hevesim kaçmıştı.Ama bu denemem şimdilik iyi gidiyor.

2-Blog yazılarımın konusunun belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum, yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum?

Blogların birinde kızıma hatıra diye birşeyler bırakmak amacıyla yazıyorum.Bu blogta ise genelde okuduğum kitapları yazıyorum (kitap okumaktan başka şeyler yapsam onlarıda yazacağım da:) ama son zamanlarda takip ettiğim blogların yorumlarına o kadar uzun şeyler yazmaya başladım ki içimden geçenleride bloğa eklesem mi diye düşünüyorum.

3-Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum?

Gündüzleri ne zaman birşeyler yazmaya otursam ya tıkanıp kalıyorum,ya başka bloglara dalıyorum yada kızım beni rahat bırakmıyor.Bu yüzden daha çok geceleri yazıyorum ve geceleride feragat ettiğim tek şey okuyamadığım sayfalar oluyor.

4-Blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı?

Bu konuda Sera'nın dediğini alıp buraya yapıştırsam cuk diye oturur galiba.Zorunluluk falan yok şükür .

5 -Blog yazmayı ne kadar sürdüreceğim?

Sanırım şartlarımda değişiklik olmazsa uzun bir süre devam eder.Belkide öldüğümüde buradan duyar bazı insanlar.

6-''Eğer her gün kullandığınız zeytinyağı şişenizin kapağını açtığınızda içinden
bir cin çıksaydı ve hayatınızda memnun olmadığınız bir şeyi değiştirebileceğini söyleseydi, neyi değiştirmesini isterdiniz?''

Üniversite seçme sınavındaki puanlamayı (hala geç değil) ve geçmişteki birkaç hatayı değiştirmesi fena olmazdı herhalde.

Ebelikten hiçbir zaman sıkılmadığım halde burada olupta daha önce sobelenmemiş olanlara sobe diyorum.

21 Ocak 2008 Pazartesi

FRANSIZ TEĞMENİN KADINI ( John Fowles )


Viktoryen döneminin kurallarıyla,tanımlarıyla dalga geçen;aşkın ve tutkunun boyutlarını olabildiğine zorlayan bir kitap bu.Konusundan önce anlatımıyla beni cezbetti.Yazarın konuya müdahalesi,kendini göstermesi,ayrıntılar için araya girmesi,romanın anlattığı dönemle yazıldığı dönemi karşılaştırması, dipnotlar kullanması çok hoşuma gitti.Bölüm başlarında Jane Austen'dan, Darwin’den, Marx’tan ve büyük Viktoryen şairlerden alıntılar yapması ise en sevdiğim ayrıntılardan biriydi.Kitabın birbirinden oldukça değişik iki sonucu var ama yazarında dediği gibi okuyucu sonuncu sonucu daha çok sahipleniyor galiba.


Fransız Teğmenin Kadını’nın esin kaynağı Fowles’un rüyasında gördüğü, rıhtımdan denize doğru bakan bir kadınmış. Romanın olayları büyük ölçüde 1860’larda, Lyme da geçiyor. Darwin’in sıkı bir savunucusu olan Charles Smithson bir Fransız teğmeninin yüzüstü bırakarak gittiğine inanılan akıllı ve farklı mürebbiye Sarah Woodruff’a aşık olur. Fransız teğmenle yaşadığı aşk macerası yüzünden, Sarah toplumdan soyutlanmıştır. Charles’ın hayatındaki asıl kadın ise döneminin kurallarına uygun yaşamayı seçen,düşünce ve tutku düzeyide sadece buna elveren nişanlısı Ernestina Freeman’dır. Charles çeşitli rastlantılar ve kendi yarattığı olanaklar sonucu karşılaştığı Sarah'a aşık olur ve onun tutku girdabında kafası karışarak savrulmaya başlar.Sarah'ın yardıma muhtaç,esrarlı,hüznü kendine yakıştıran hali;Charles’ın yaşadığı dönem ve duyguları arasında kalışı,beyninin içindekilerin sürekli değişmesi;Sarah ve Charles arasında geçen diyaloglar;yazarın zengin betimlemeleri;uşak Sam ve Mary'in kendi mutlulukları için olaylara müdahale etmesi;konuyu basit bir zengin erkek-fakir kadın aşkı boylamından alıp başka bir yere taşımaya yetiyor.


Kitabı öğretmen bir arkadaşımdan ödünç alarak okudum.Kendi kütüphaneme eklemeyi ve yazarın diğer kitaplarını da okumayı düşünüyorum.Bu arada yazarla tanışmamı sağlayan Ludmilla'ya teşekkür etmeden geçemeyeceğim.

Aklımda yereden o kadar çok satır varki,içlerinden birkaçını paylaşmak haksızlık etmeye benziyor:(


***"MaltHus'u okudun mu?Charles hayır anlamında başını salladı."Ona göre Homo sapiens'in trajedisi,yaşama şansı en az olanların çok fazla üremeleridir.Yani evlilik için yaratılmadığını söyleme,oğlum.O kıza aşık olduğun için de kendini suçlama.O Fransız denizcinin neden kaçtığını biliyorum sanırım.İnsanın o gözlerde boğulabileceğini anlamıştı."

*** ......uğraştı,uğraştı.Ama birden Catallus'u hatırladı:"Seni ne zaman görsem sesim kesiliyor,dilim tutuluyor,ince bir alev tüm gövdemi dolaşıyor,içimden fışkıran bir kükreme ve karanlık gözlerimi dağlıyor."Catullus'un Sappho çevirisi;Avrupa tıbbında aşk denen hastalığın en iyi tanımı budur hala"


***"Hayat, gizemli kurallar ve gizemli seçimler nehri, ıssız bir kıyı boyunca akıyordu; diğer ıssız kıyı boyundaysa Charles şimdi yürümeye başlamıştı, kendi cesedinin taşındığı bir cenaze arabasının ardından yürüyen bir adam gibi. Mutlak bir intihara doğru mu yürümektedir? Sanmam; çünkü, sonunda kendinde bir inanç zerreciği bulmuştur, üzerinde bir şeyler inşa edebileceği gerçek bir benzersizlik...hayatın bir simge olmadığını, tek bir bilmece ve onu bilememekten ibaret olmadığını, tek bir yüzü olmadığını ve zarlar bir kere kötü gelmişse hemen bırakılamayacağını anlamaya başlamıştı...."

YENİLER

Doyamıyorum kitap almaya,okumaktan aldığım zevke benzer bir duyguyu hissediyorum onları gördükçe,onlara dokundukça...Yeni gelen kitaplarımın listesi yeni sayfamda olacak.Aslında bu kadar bölünmüşlüğü sevmiyorum ama bu adresi daha farklı bir amaçla kullanmayı planlıyorum.Tabi bu konuda biraz yardıma ihtiyacım var.Bu blogdaki yazılarımı yorumlarıyla beraber başka bir bloğa taşıma konusunda bilgi sahibi olan varsa yardımlarınızı bekliyorum.

Bu arada Sunay Akın, tv8 ekranlarında yepyeni bir program yapıyor: HAYAT DEYİNCE… Eğer daha önce izlemediyseniz bu akşam lütfen bir deneyin.Konuğu Erol Günaydın..Bu akşam saat 20:30' da...

17 Ocak 2008 Perşembe

HASTAYIM

Başımın üstüne kocaman bir taş koymuşlar sanki,kaldıramıyorum .Gözlerim kapanmakla kapanmamak arasında bocalıyor,kapansa bile kızımın dürtmeleriyle hemen açılıyor.Haliyle okuyamıyorum,izleyemiyorum,bilgisayar ekranına 5 dakikadan fazla bakamıyorum.Edgar Allen Poe Bütün Hikayeleri'nin 1. ve 2. cildi,Erkeklerin Hikayeleri(Murathan Mungan'ın Seçtikleriyle) ve Fransız Teğmenin Kadını (oysa 300 sayfayı devirmiştim) bana küskün küskün bakmasınlar diye kapaklı bir dolaba koydum.Şimdi sıcak bir çorba içmem lazım.Kendinize dikkat edin.Benim yerimede okuyun:)

10 Ocak 2008 Perşembe

BİR BAŞKA İSTANBUL ( Prof. M.Orhan Okay )

SEYRETTİ HAVA ÜZRE DENİR TAHT-I SÜLEYMAN
OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE


Bundan fazla değil 40-50 yıl öncesinin İstanbul’u…Ve o zamanda, o şehirde yaşayan bir yazar…Yaşanmış bir ömrün paralelinde anlatılan güzellikler…İşte bu kitap bunları anlatıyor.Yazarının sözleriyle ” Bu kitap,o yerlerin, o yıllarda hafızamda kalabilmiş fotoğraf karelerinden ibarettir.”

Yazarın Zaman Gazetesinde yazdığı “hatıra denemeleri”, biraz ilaveler yapılarak kitaplaştırılmış. İstanbul’un Balat’ından başlayan ve bostanlara,eski oyuncakçılara,gramofonlara,eski sokak isimlerine,Boğaziçi’ne,geçmiş zaman kitapçılarına,paraya,takvime velhasıl eski olan ne varsa oralara uzanan bir hikaye okuyorsunuz.
2. Dünya savaşına girilmediği halde (belkide girilmediği için!) çekilen sıkıntıları,kişi başına günlük yarım ekmeğe müsaade edilen karneleri,karartma gecelerini anlatırken yaşanmışlıktan kaynaklanan samimiyeti ve sadeliği hissediyorsunuz.
Kendi zamanına ait oyunlardan,oyuncakçılardan,Eyüp oyuncaklarından, açık hava parkını andıran bayram yerlerindenve bayrama özgü adetlerden bahsederken kendi tarihimize nasıl sahip çıkmadığımızı bir kez daha anlıyorsunuz.Bilhassa "Geçmiş Zaman Kitapçıları" başlığını taşıyan son bölüm dikkate değer.
Herkesin hoşuna gideceğini düşünmüyorum ama ilgi alanlarınız İstanbul,tarih ve edebiyat üçlüsünde kesişiyorsa , yazı hayatında yarım asrı geride bırakan edebiyat tarihçisi ve yazar Prof. Dr. M.Orhan Okay'ın bu kitabına bir göz gezdirin derim.Bahsedemediğim nice ayrıntıyla karşılaşacaksınız.
Alıntı olarak ise kısa bir anektodu paylaşacağım:
***“Ahmet hamdi Tanpınar bir dersinde Türkiye’deki değişme ve devrimleri anlatırken bir terzi fıkrası söylemişti:Adamın biri çok zevdiği elbisesinin lekelenmesi üzerine terziye gitmiş ve bunun aynısını yap demiş.terzi birkaç gün sonra elbiseyi aynen hazıe etmiş,ama bütün lekeleriyle beraber.Biz,diyordu Tanpınar” batı’yı böyle aynen lekeleriyle aldık”

9 Ocak 2008 Çarşamba

AŞIK ŞAİR VE PADİŞAHLAR( Reşad Ekrem Koçu)

Yedi cihana hükmeden bir imparatorluğun başında da olsalar padişahların yazdıkları şiirlerin iki ana teması bulunduğunu anlatıyor kitap.
1.Din, Allah,Peygamber sevgisi

2.Baştaçları biricik sultan sevgilileri

En iyi şair padişahların ,iyi birer aşık olduğunu “Aşk yoksa,meşkte yok” diyen yazar sıraladığı beyitlerle kanılıyor bize.Sadece padişahların yazdığı şiirlerden bahsetmekle kalmıyor ;eşleri,gözdeleri, valide sultanları hakkında da önemli bilgiler vererek,o devrin olaylarına da değiniyor.

Kitapta en çok sözü edilen kadınların,Safiye Sultan,Hürrem Sultan,Kösem Sultan olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.Bu kitabı okurken her zaman dediğim şeyin bir kez daha ne kadar doğru olduğunu gördüm. Osmanlı İmparatorluğunun asıl yıkılış sebebi hırslarına gem vuramayan kadın sultanlar ve onlara boyun eğen zayıf padişahlardır.Türk yapı sanatına kıymetli eserler bırakan ama yinede kanlı hatırasını unutturamayan Hürrem Sultan ve hırsı yüzünden evlat katili olan Kösem Sultan aklımdan uzunca bir süre çıkmayacak .Kitabın anlatımı bana Hıfzı Topuz'u hatırlattı yani biraz dağınık ama anlatılan konulara kapılınca bu tarz beni rahatsız etmedi.

Kitapta benim çok sevdiğim tarihi eserler hakkında da bazı notlar düşülmüş.İşte onlardan iki tanesi:

***3.Ahmet Türk yazı sanatının önemli sanatkarlarından biri,büyük bir hattat oldu.Güzel bir yazısını gidin görün,İstanbul’un göbeğinde duruyor,Ayasofya’nın karşısında yaptırttığı eşsiz güzellikteki meydan çeşmesinin alnında,çeşmeyi çeviren tarih kasidesi şair Seyid Vehbi’nindir.Otuz sekiz beyitlik kaside çeşmenin dört yüzüne hattat padişahın el yazısıyla geçirilmiştir….
Bakınız Sultan 3. Ahmet’in o meydan çeşmesi için 1874 ‘te İstanbul’a gelen İtalyan edibi,Edmondo De Amicis neler yazıyor:
İnsan elinin oyup işlemediği yeri yoktur.Zarafet,servet ve sabrın bir harikasıdır.Hiç tereddütsüz,billur bir fanusun altında muhafaza edilmeye değer.Hiçbir başka güzel şey onu ututturamaz.Kulaklarınıza İstanbul adının çarptığı her yerde bu çeşmenin hayali de gözünüzün önüne gelir.

*** Sultan Mahmut İstanbul’da büyük bir cami ile mederese yaptırmıştı,hayır eseri bitmek üzereyken ölmüştü.Hazindir, 3. Osman kendi zamanında tamamlanan o esere, tahtını gasp ettiği kardeşinin hatırasına hürmet etmeyerek kendi adını vermiştir.Bugün o camiye “ Nur-u Osmaniye Camisi” diyoruz.

7 Ocak 2008 Pazartesi

MR. BROOKS

Son bir ay boyunca bir çok film izleme fırsatım oldu.Mr. Brooks bunlardan biriydi.Öldürmeye bağımlı zengin bir iş adamının (Kevin Costner) , değişken benliği Marshall'a karşı verdiği mücadele anlatılıyor.Katille tüm film boyunca karşı karşıya kalıyorsunuz ve onun öldürmekten nasıl bir haz aldığını,ne kadar titiz çalıştığını,bağımlılığını normal yaşamına nasıl adapte ettiğini merakla seyrediyorsunuz.Özellikle Marshall'la yaptığı diyaloglarda bir katil ruhunun içine giriyorsunuz.

Bay Brooks aslında çok titiz bir katil,hiç iz bırakmadan çalışıyor ve bu yüzden yakalanamıyor,en son cinayatinde perdeleri açık unutmasıyla tüm işler değişiyor.Onun işlediği cinayetlerin dosyalarını takip eden sert kadın dedektif Atwood (Demi Moore) bile şaşırıyor bu işe.Açık kalan pencereden cinayetin fotoğraflarını çeken kişinin bay Brooks'a şantaj yapması ise katilin bağımlılığını bırakmasını bir hayli zorlaştıracaktır çünkü fotoğrafçının çok ilgnç bir teklifi vardır.Zavallı katilin :) başı kızının yaptıklarıyla iyice beleya girecektir ve bu arada Atwood'la aralarında garip bir çekim başlayacaktır.


Demi Moore'un oyunculuğunu beğenmedim,Kevin Costner'ın bu filmdeki performansı sönük yıldızına bir ışık eklerken,Demi Moore'un ki ateşine su serpmiş gibi geldi.Film bir başyapıt değil ama, ironik yapısından dolayı eğlenceli, özellikli ve güzel . Son sahnesi ise hayal kırıklığı yaratmayacak ve şaşırtacak cinsten.

3 Ocak 2008 Perşembe

ON KÜÇÜK ZENCİ (Agatha Christie)


On küçük zenci yemeğe gitti,
Birinin lokması boğazına tıkandı.Kaldı dokuz.
Dokuz küçük zenci geç yattı.
Sabah biri uyanmadı.Kaldı sekiz.
Sekiz küçük zenci Devon’u gezdi,
Biri geri dönmedi.Kaldı yedi.
Yedi küçük zenci odun yardı,
Biri baltayı kendine vurdu.Kaldı altı.
Altı küçük zenci bal aradı,
Birini arı soktu.Kaldı beş.
Beş küçük zenci mahkemeye gitti,
Biri idama mahkum oldu.Kaldı dört.
Dört küçük zenci yüzmeye gitti,
Birini balık yuttu.Kaldı üç.
Üç küçük zenci ormana gitti,
Birini ayı kaptı.Kaldı iki.
İki küçük zenci güneşte oturdu,
Birini güneş çarptı.Kaldı bir zenci.
Bir küçük zenci yapayalnız kaldı.
Gidip kendini astı.Kimse kalmadı.

Bir ilk daha benim için…Gece gölgesinden bile korkan ben Agatha Christie okumaya cesaret edebildim.Hep şu şeker kız yüzünden :) Önerilere dayanarak On küçük zenci ile başladım.Ne zamandır ilk sayfasında karakterlerin kim olduğunu belirten kitap okumamıştım. Bu nedenden midir bilinmez ama ilk sayfalar boyunca dönüp dönüp bu kimdi diye bakma ihtiyacı hissettim.


10 farklı kişinin çeşitli sebeplerle adada toplanmasının ardından başlıyor olaylar.Sırları; adada mahsur kaldıkları zaman diliminde kendilerine ve ölümlerine eşlik ediyor. Katilin kim olduğu hakkında en ufak bir ipucu verilmeden kitap bitiyor.Konu gerçekten ustaca kurgulanmış ve sonuca ulaşılmış. Tahmin ettiğim kadar korkmadım ama gerçekten heyecanlandım. Zenci bibloların varlığı ise kitabın en güzel ayrıntılarından biriydi.Yalnız kitaptaki bazı cümlelerin yada kelimelerin neden özellikle koyu renkle basıldığını anlamadım.Bundan sonraki kitap siparişimde en az 1 tane daha Agatha Christie kitabı olacak.